Atilla Dorsay'ın kaleme aldığı Stalin'in ölümünü konu alan film ile ilgili yazmış olduğu yazıyı olduğu gibi yayınlayacağız. Evet kendini insan üstü gören , bütün güç ve kuvvetin kendisinde olduğunu zanneden bu diktatörler söylemleri ne olursa olsun büyük acılara sebep olmuşlar, büyük katliamlar yapmışlardır.
Fikri ,zikri ne olursa olsun mutlak güç sahibi olmak isteyen ,bu uğurda canlar yakan ,ocaklar söndüren kim olursa olsun lanetlenmeyi hak eder. Dedikten sonra Atilla Beyin yazısını olduğu gibi yayınlayalım Dileyen T24 haber sitesinden de okuyabilir.
Fikri ,zikri ne olursa olsun mutlak güç sahibi olmak isteyen ,bu uğurda canlar yakan ,ocaklar söndüren kim olursa olsun lanetlenmeyi hak eder. Dedikten sonra Atilla Beyin yazısını olduğu gibi yayınlayalım Dileyen T24 haber sitesinden de okuyabilir.
STALİN’İN ÖLÜMÜ
(The Death of Stalin)
Yönetmen: Armando Iannucci
Senaryo: A. İannucci, David Schneider, İan Martin, Peter Fellows, Fabien Nury Görüntü: Zack Nicholson Müzik: Christopher Willis Oyuncular: Steve Buscemi, Jeffrey Tambor, Adrian McLoughlin, Simon Russell Beale, Paddy Considine, Michael Palin, Andrea Riseborough, Rupert Friend, Jason İsaacs, Gerald Lepkowski, Maria Veniaminovna Yudina, Tom Brooke
İngiltere-Fransa-Belçika yapımı.
|
Son derece kendine özgü bir film. Bir yandan ünlü Sovyet diktatörü, komünizmin kurucularından ve Lenin’in ölümünden sonra uzun yıllar ülkeyi yöneten Josef Stalin (1878- 1953) üzerine bir yapım.
Ama ayrıca bir biyografi olmaktan da çok uzak: çünkü Stalin’in ancak son günlerine ve daha çok ölümünden hemen sonra olup bitenlere tanık oluyoruz. Üstelik bunlar da ‘ciddi’ bir biyografiden değil, bir çizgi-romandan alınmış: Fabien Nury- Thierry Robin imzalı...
Böylece insanlık tarihinin en acıklı ve dramatik dönemlerinden biri, bizlere kara (hatta kapkara) bir komedi olarak sunuluyor. Az özgün bir çaba değil!..
Evet, Josef Stalin Batı’nın yanında yer alıp Hitler Nazizm’inin alt edildiği günlerden birkaç yıl sonra, soğuk savaş denen dönem hızla yaklaşırken ve iktidarının zirvesinde iken, aniden ölüveriyor: özel dairesinde, tam biraz önce servis edilen yemeğini yiyecekken, birden yere düşerek...
Cesedi ancak ertesi sabah bulunuyor. Ve ilk yapılması gereken o klasik şey yapılmıyor. Yani bir doktor çağrılmıyor.
Çünkü bu ölüm, partinin yönetiminde her biri hırslı ve iddialı onca siyasetçinin bulunduğu ve tam bir güvensizliğin egemen olduğu bu korku diyarında, taşları öylesine yerinden oynatacak bir olaydır ki... Gerçekten ölmüş olsa bir türlü, es kaza ölmemiş olsa başka türlü!..
Ayrıca, hepsinin kabullendiği gibi, başkentteki tüm iyi doktorlar çeşitli nedenlerle ‘gulag’lara sürgüne yollanmıştır: daha yüzbinlerce meslek sahibi ya da halktan insan gibi... Kime güvenip çağıracaksınız?
Birkaç doktor bulunduğunda da işler düzelmiyor Hatta bir ara Stalin canlanıveriyor. Ama hemen sonra gerçekten ölmek üzere!
Böylece bu ölüm sıradan bir dram olmak yerine, öncelikle dram değil, oldukça kaba, grotesk bir güldürüye dönüşüyor. Ayrıca tarihin belki en kanlı diktatörünün ölümü olduğu için de, her şeye karşın bir tarih dersi gibi izleniyor.
Ve gerçek bir kargaşa başlıyor. En çılgın ve denetimsiz komedinin bile cüret edemeyeceği biçimde ve tempoda...Görünürde komiteden Malenkov işleri ele alır gibi oluyor. Stalin’in gizli polisinin şefi Beria devreye girmeyi deniyor, ama herkesin en çok ürktüğü kişi olduğu için bu olmuyor.
Şans Kruşçev’e gülüyor ve o aradan sıyrılarak diktatörün yerini alıyor: bir on yıl kadar koruyup Brejnev’e vereceği...
Daha önce Veep adlı (ve Amerikan yönetimi üzerine) TV dizisini izlediğimiz, İn The Loop (2009) adlı ilginç bir filmi de bulunan yönetmen İannucci, bize hayli akıcı, enerjik ve sık sık güldüren bir film sunmayı başarıyor.
Bir yandan oyunculuklar üst düzeyde. Unutulmuş kimi oyuncuları en uygun seçimle karşımıza getiriyor: Kruşçev’de Steve Buscemi, Malenkov’da Jeffrey Tambor, Molotov’da Michael Palin, Andreyev’de Paddy Considine.
Belki en başarılısı, Beria’da tombiş Simon Russell Beale. Tanımadığımız bu oyuncu dört dörtlük bir kompozisyon çiziyor. Ayni şey Stalin’de Adrian McLoughlin ve diktatörün kızı Svetlana’da Andrea Riseborough için de söylenebilir.
Bu ortak-yapımın görselliği de doyurucu. O ölüm töreni için gelen kalabalıklar, dopdolu bir Kızıl Meydan, zengin Kremlin iç sahneleri. Hiç fena değil.
Ama en önemlisi, filmin komediyi seçmiş olsa da ağzımızda bıraktığı o buruk tat. Kurucusunun ölümünde bile tören için gelen yüzlerce insanı gözünü kırpmadan öldürten bir rejimin içerdiği dehşet manzarası.
Faşist veya komünist, hiç fark etmiyor. Ve aklın, mantığın, hukukun ve insanlığın dışına taşan her yönetim, ayni biçimde lanetlenmeyi hak ediyor.
Yorumlar
Yorum Gönder
Değerli fikirlerinizi bizimle paylaşırsanız seviniriz