MÜSLÜMAN TOPLUMLARDAKİ YÖNETİM KRİZİ

MÜSLÜMAN TOPLUMLARDAKİ YÖNETİM KRİZİ
Az sonra okuyacağınız yazı Mevdûdî’nin; 

Hz.Hüseyin-Bir Uyarı/Bir Sembol (İstanbul-1985) isimli eserinden alınmıştır…

Noktasına virgülüne dokunmadan  paylaşıyorum:

“Yezid’in, babası Muaviye’ye halef tayin edilmesi, kişilerden Allah’ın hâkimiyetine dille inanmalarının istendiği monarşi türünün başlangıcının işaretidir.

Uygulamada bütün önceki monarklar gibi Müslüman yöneticiler de hâkimiyetin tek kaynağı imişcesine davranmışlardır, yani hâkimiyet monarkın ve kanunî haleflerinindir.

Monarkın hayat, mülkiyet, şeref ve tebaanın her şeyinin tartışmasız sahibi olduğu sanılmıştır.



İslam devletinin en önemli amacı Allah’ın sevmediği kötülükleri önlemek ve yok etmek olduğu gibi, râzı olduğu iyilik ve faziletleri de yerleştirmek ve emretmek iken; otokratik yönetimlerin amacı arazi gasp etmek, mal-mülk sahibi olmak, haraç-vergi toplamak ve hayvanî arzularını doyurmaktan öte geçmiyordu. 

Bu dönemde Müslüman yöneticiler ve hükûmet Sezar’ın ihtişam ve debdebesini adaletin yerine ise zulmü ve otoriteyi benimsediler.


Lüks ve israf aldı yürüdü. 

Yöneticiler meşru olanla gayri meşru olanı birbirinden ayırmadılar. Politika ahlaktan yoksun hale gelmişti.

Memurlar halkın içinde Allah korkusunu yerleştirmek yerine, onları kontrol altında tuttular, bilinçlerini arttırmak yerine, tahrik ve rüşvetle onları kazanmaya çalıştılar.

Yezid’in kendisine halef olarak atanmasıyla İslami yönetim sistemi temellerinden sarsılmış ve yerini babadan oğula geçen bir monarşizme bırakmıştı. O andan itibaren halifenin seçimini belirleyen ilke askıya alınıp zeki ve zengin olanlar, ümmetin serbest oylarıyla seçilme yerine, yönetimi birer birer ele geçirmişlerdir. 

Krallığın egemen olmasıyla birlikte şûra sistemi de köklü bir değişime uğradı. Monarşik yönetim kişisel ve despotik yöntemlere dayanıyordu. Artık şûra heyetinin üyeleri, prensler, dalkavuklar, saraylılar, eyalet valileri ve askeri komutanlar olmuştu.
Kralların egemen olmasıyla birlikte vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi.

Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükumetin lehine konuşabiliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu. 

Vicdanların üzerindeki baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya özgürlüğünü yitirip zindana tıkılıyor ya da hayatından oluyordu.

İmparatorluk rejimi, sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini gösterebiliyordu. 

Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarını istemek cesareti yoktu.

Hilafet otokratik yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilahî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle kralın özel mülkü haline geldi. 

Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para alındı ve, meşru olsun olmasın, rastgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma cesareti kalmamıştı.

Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı haline geldi.

Yöneticilik yetkisinin kamu malını rastgele harcamak için bir belge olmadığı gerçeği, kimsenin umurunda değildi. Kamu hazinesini diledikleri biçimde tüketebileceklerine ve kimsenin kendilerine hesap sormaya cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.

Yalnızca krallar, prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı. Halk gerek bedenen, gerekse ahlaken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı. 

Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar için.

Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı.

Allah’tan korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları, zulmün ve şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı.”

Ne dersiniz bu günkü İslam ülkelerindeki durumla benzerlik gösteriyor mu?

Yorumlar