MARİFET VE İLİM

marifet

Mârifet; düşünme, araştırma ve inceleme ile elde edilen, ilim ise; okuma, öğrenme, tahlil ve terkiple ulaşılan bir bilgidir. İlmin zıddı, cehâlettir. Mârifetin ise, inkârdır. Mârifet dediğimiz zaman  kalpte,  bilmenin bilinenle birleşip onun tabiatı hâline gelmesi anlaşılmalıdır. İlim sâhibine ‘âlim’, mârifet sâhibine de ‘ârif’ denilir.


      
Allah insanı; ruh-beden, akıl-kalb, dünyâ-âhiret bütünlüğü içinde yaratmıştır. Ruh yoksa beden, akıl yoksa kalb, âhiret yoksa dünyâ gerçek mânâsını ifâde edemez. İnsanın,  Allah’ın emânet ettiği bu nîmetleri, berâber ele alıp değerlendirmesi gerekmektedir.
      
İnsan, bu dünyâya niye gönderildiğini, vazîfesinin ne olduğunu, buradan nereye gideceğini, nelerle karşılaşacağını, bütün bu soruların tatmin edici cevâbını, mülkün mutlak sâhibi Allah’a îman sâyesinde bulabilir. 
      
İnsanın, Allah’ı bilme ve tanıması mevzuundaki delillerin bir kısmı su gibidir; görülür, hissedilir, fakat tutulmaz. Bir kısmı hava gibidir; hissedilir, ama görülmez ve tutulmaz. Bir kısmı da ışık gibidir; tutulmaz, hissedilmez, sâdece görülür. Bunların hepsi Allah’ın bilinmesi mevzuunda deliller ve şâhitlerdir. Akıl hissediliyor; ama görülmüyor ve tutulmuyor. Rüzgâr ve hayal dünyâsı da ne görülüyor, ne de elle tutuluyor, sâdece hissediliyor. Böyledir diye, bunların mevcûdiyetini inkâr etmek gerekmiyor. 
       
 Îman olmadan hiçbir şeyin anlamı da olmaz. Cenâb-ı Hakk’ın           -hâşâ- yokluğunu düşünmek, insanın dünyâsını kararttığı gibi, âhiretini de zindan eder. Onun için insanın birinci vazîfesi, Allah’ı doğru tanıyıp îman etmek ve îmânın gereği olan vazîfe-i ubûdiyeti yerine getirmek olmalıdır.
         
Îman yoksa veya taklidî ise, o zaman şeytan ve nefs-i emmâre insanı esir alır. Halbûki Allah, kâinatı insan için yaratmış ve onun hizmetine sunmuştur. 
        
Câsiye sûresi 13.âyette Allah (cc); “Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize veren de O’dur. Elbette bunda düşünecek kimseler için ibretler vardır”
        
Bakara sûresi 29.âyette de; “O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. Sonra İrâdesi yukarıya yönelip orayı da yedi gök hâlinde sağlamca nizâma koydu. O her şeyi hakkıyla bilir.” buyurmaktadır. 
        
Kâinatta ve dünyâda bunca masraf, insan için yapılmış ve yaratılmıştır. İnsan, konumunun farkına varmaz, Allah’a başkaldırır isyan ederse; en büyük kötülüğü kendine yapmış olur ve yazık eder.
         
Cenâb-ı Hak Tîn sûresi 4.âyette; “Biz insanı en mükemmel sûrette yarattık” buyurmakta; 
          
İbrâhim sûresinde, “Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır. Gökten yağmur indirip size rızık olsun diye, onunla türlü türlü meyveler ve ürünler çıkaran da O’dur. İzni ile denizde dolaşmak üzere gemileri size râm eden, akan suları ve ırmakları da sizin hizmetinize veren O’dur.” (14/32)
       
“Mûtad seyirlerini yapan güneş ile ay’ı size âmâde kılan, geceyi ve gündüzü istifâdenize veren de O’dur.” (14/33)
       
“Hâsılı O, Kendisinden dilediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki, Allah’ın size verdiği nîmetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, onları toptan olarak bile sayamazsınız. Gerçekten insan, zâlim ve nankördür” (14/34) ikâzında bulunmaktadır. 
        
İnsanların, bütün nebâtât ve hayvanların hayatlarının devâm etmesi için nasıl suya, havaya, gıdâya ihtiyaçları varsa; aynı şekilde zîhayat, zîşuur olan insanın da, îmana yâni; Allah’ın varlığına, birliğine ve O’nun mutlak güç ve kudret sâhibi olduğuna inanmaya ihtiyâcı vardır.
        
İnsan, ancak Allah’a îmanla itminân ve huzûra kavuşur. “İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d sûresi/28)
       
Mârifetullah sâhibi, Allah’ı tanır, bilir. Nice ilim sâhipleri vardır ki, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaz. Bir insanın  mârifet sâhibi olması, âriflerden sayılması için; Allah’ı tanımasına, o yolun acı ve tatlı herşeyine katlanmasına bağlıdır. 
       
Aynı zamanda insanın marziyyât-ı ilâhiyeye ulaşabilmesi için; kulluk ve sabır merdiveniyle vefâ, sadâkat ve ihlâsla, aşk derecesinde itaat etmesi, emir ve yasaklara, haram ve helâl sınırlarına riâyet etmesi gerekir. 
       
Kalbi mârifetullah’a ulaşan kimse, yâni ârif; niçin yaratıldığını, vazîfe ve sorumluluğunu bilir ve ona göre hareket eder. Onun  her hâlinden edep dökülür. Konuşması hikmet, susması tefekkür, kendisine bakıldığı zaman Allah’ı hatırlatan örnek bir insan olduğu anlaşılır.
      
‘ Arif, Mâruf’dan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez... Kalp kapılarını O’ndan başkasına açmaz... Gözlerinin içine başka hayâlin girmesi onun için en büyük azaptır... Bu ölçüde mârifete eremeyen, yârı-ağyârı tefrik edemez... Hicrandaki azâbı (da) bilemez.’ (kzt)
       
Gerçek mârifete ermiş olan ârif, tepesinden yağmur gibi musîbet yağsa, dünyâ nîmetleri içinde boğuluyor olsa da; musîbetlere karşı sabırla, nîmetlere karşı şükürle mukâbele de bulunarak Allah’a karşı saygı içinde olur. 
      
Aynı zamanda dünyâ ve âhiret mutluluk ve saâdetinin temelini teşkil eden Allah’ın rızâsını esas maksat yapmak sûretiyle, hizmet-i îmâniyye ve Kur’âniyye’de kendisine terettüp eden vazîfeleri îfâ etmede kusur yapmamaya gayret eder.

Yorumlar